Martılar…

Siyah önlükleri giyip beyaz yakalıklarımızı taktığımız siyah-beyaz yıllardı…
İlk kez tüm gökkuşağından renkleri barındıran suluboyalarımız olmuştu.
Öğretmenimiz verdiği bir resim ödevinde bizlerden denizi çizmemizi istemişti. Oysaki sınıfımızın büyük bir çoğunluğu denizi hiç mi hiç görmemişti. Ve o yıllarda günümüzün görsel iletişim araçlarından eser yoktu.

Nasıl bir şeydi deniz?

Denizin uçsuz bucaksız masmavi sulardan oluştuğunu ve üzerinde kocaman kocaman gemilerin yüzdüğünü sanıyor beklide hayal ediyorduk…

Bu resim ödevini gerçekleştirirken bir arkadaşım; denizin ufuk çizgisinden sonraki göğünde irili ufaklı M harflerinden oluşan kuş kümeleri çizmişti -ki… Bu kuşların deniz kıyılarında yaşayan martılar olduğunu söylüyordu.

Üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen Anadolu coğrafyasındaki birçok çocuk gibi denizi ve martıları çok geç gördüm, tanıdım ve sevdim.

Deniz ve martılar…
Sonunda onlarla günün birinde buluştum. Belki de içimde saklı bütün duygularımı o an yaşayı vermiştim. O gün bugündür denizin ismini duymak bile beni büyülemeye yetiyor. İçime dalgaların coşku yüklü devinimi akarken; en derinliklerimde sevinçten kum tanelerini kıpırdatarak gülümsetiyor.

Bu gülümsemeye; İstanbul un vapur sesleri, insan kalabalıklarının uğultusu ile martı çığlıkları eşlik ettiğinde ruhumun sahilindeki kaldırım taşları da yerli yerine otururken kendimi İstanbul da bir yolcu vapurunda bulur. Ve bu yolcu vapurunun güvertesinde, denizlilerin maviliklerine vurgun, gevrek İstanbul simidinin parçacıklarını kapmaya çalışan, simit ve liman bağımlısı dilencileştirilmiş martılar…

Adeta dilenmeye mahkûm edilmiş ve boyun eğdirilmiş martılar için; Atilla İlhanın bu dizeleri nedenli bir ağıt olur bilemem…

“beni koyup koyup gitme
ne olursun
durduğun yerde dur
kendini martılarla bir tutma
senin kanatların yok
düşersin yorulursun
beni koyup koyup gitme
ne olursun

bir deniz kıyısında otur
gemiler sensiz gitsin bırak
herkes gibi yaşasana sen
…………………………..”

Yorum yazabilirsiniz...