Hayatı Anlama, Bilme ve Sorgulama Üzerine Felsefi Bir Bakış.

-Ramazan Asma yazdı.

DSC_4657İnsanlığın tarihsel kökenlerini dinsel anlamda Âdem ve Havva’ya; dünyevi ve ideolojik olarak ilkel kominel toplum, avcılık, toplayıcılık, yerleşik toplum, imparatorluklar, feodal ve ulus toplumlarına kadar dayandırmak mümkündür. Toplumların sosyal, siyasi, ekonomik, kültürel ve dinsel yaşam tarzları ne kadar farklı olsa da toplumda yaşayan tüm bireylerin ortak duygu, düşünüş ve hayat anlayışları mevcuttur. Her zaman ve her yerde güncelliğini koruyan, tartışılan, anlam yüklenen kavramlar olmuştur. Bunlar genel anlamda hayatı anlama, yaşamı sorgulama, umut, özlem, eşitlik, adalet, mutluluk ve sevgidir. Bana göre bunların en can alıcı olanı insanın kendisini hayat karşısında var etmeye yeltenmesidir ya da ispatlamasıdır. Kendini ve yaşamı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmasıdır. Bunlar büyük bedeller gerektiren duygulardır. Öyle görünüyor ki bu, insanoğlunun var olduğundan bugüne kadar giriştiği en büyük mücadele örneğidir. Hayat içinde kendimize değer yüklemek, yaşamın kırmızı çizgilerini sorgulayıp anlam yüklemeye çalışmak… Bu çok çetin bir mücadele örneğidir. Belki de tarih boyunca girişilen en kanlı ve şiddetli savaşlardan, en dramatik sahnelerden, sonu faciayla sonuçlanan tüm toplumsal hareketlerden daha acımasız ve hüzünlü bir tablodur. Çünkü bu savaş kişinin kendi kendisiyle verdiği savaşıdır

Bunları düşünürken bazen kendimize gülmüyor değiliz. Neden mi? Bu kavramlar o kadar masum, çekici ve kulağa hoş geliyor ki bu hayattan çok mu şey istiyoruz diye kendimize sormadan edemiyoruz. Hayat içinde yerimizin ne olduğunu anlamak İçin türlü serüvenlere girdik. Evet, iki sihirli kelimemiz var: “Yaşamın anlamı ve amacı nedir, nasıldır, ne olması gerekir?” soruları değil mi bizi sürükleyen, maceralara yelken açtıran, umuda yolculuk ettiren. Acaba hayatın anlamı ve önemi diyalektik bir bakışla yaşamı kabul edip ona sıkıca sarılıp kabul etmek midir?

Rüzgâr bizi yeri ve sonu belli olmayan yerlere götürecek. Bazen sevindirecek, süprizler yapacak, göz kırpacak; bazen de kederli ve hüzünlü bırakacak. Yaşam bu gelgitler içerisinde zıt kutuplu dünyada yaşamaya benzer. Hayatımızın bir tarafında etrafımızı saran mayın tarlaları, uzaydaki kara delikler, korkunç bermuda üçgenleri işgal etmekte; hemen yanımızda ise yeni bir günün habercisi olan güneşin doğuşunu, karşılıksız bir anne sevgisini, doğan bebeğin ilk ağlayışını, bir dostun sıcaklığını yüreğimizde hissederiz. Bu aynen sayı doğrusundaki artı ve eksiler gibidir. Sağımızda artılarımızla, solumuzda eksilerimizle varlık bütünlüğümüzü tamamlıyoruz.

Ünlü sanatçı Candan Erçetin yaşamın bu diyalektik çelişki halini ‘Elbette’ parçasıyla kısaca özetlemektedir.

Güneş her akşam batıp her gün doğuyorsa

Çiçekler solup solup tekrar açıyorsa

En derin yaralar kapanıyorsa

En büyük açılar unutuluyorsa

 

Neden korkulur hayattan söyleyin bana

Elbette bazen çicek açıp bazen solacaz..

Elbette daldan dala konup sonra uçacağız

Elbette bazen hızla dönüp bazen duracağız.

Elbette bazen söyleyip bazen solamaz

Uygarlık tarihinde nice topluluklar, siyasi iktidarlar, ideolojiler, siyasal rejimler, felsefi anlayışlar, dinsel inanç ve mezheplerle hayatı bilme ve anlama uğruna tarihin karanlık girdaplarına takılıp mezarlıklarda kendi yerlerini aldılar. .İnsanlığın binlerce yıllık geçmişlerine, tarihsel birikimine ve bilgi tecrübesine rağmen hala bazı şeyler değişmedi, değişeceği noktasında da o kadar umutlu değilim. İnsanlara hatırı sayılır bir şans yeterince tanındığına inanıyorum.

21 yy.de bilgi toplumu olma yolunda hızla ilerliyoruz. Uzay çağını yakaladık diye hava atıp etrafımıza gülücükler dağıtarak mutlu ve sevinçli bir imaj çiziyoruz. Peki, sizlere soruyorum bu çağdaş ve modern kavramlardan, insani ve uygar terimlerden acaba tüm insanlar, bütün toplumlar ne kadar hak ettiğini alıyor. Avusturya’da yaşayan Aborjin’ler, Ekvatordaki kabileler, kutuplardaki Eskimo’lar, Afrika’nın derinliklerinde yaşayan İnka ve Aztek kültürlerindeki insanlar sizce bu insani ve uygar kavramlarla ne kadar iç içeler, bu değerlerle ne kadar barışıklar doğrusu bu soruyu da kendime sormadan geçemiyorum. Aslında fazlada uzağa gitmeğe gerek yok. Etrafımıza kuş uçuşu şöyle bir baktığımızda yaşamın bu çelişkili izdüşümlerini bir fenomen olarak karşımızda görmekteyiz. Hala savaşlar devam ediyor, umutlar sönüyor; insanların sığınacağı limanlar teker teker yıkılıyor. İnsanlar fizyolojik ve temel gereksinimlerini karşılayamadıkları için en mahrem ve yüce sıfatlarını çoktan terk etmek zorunda kaldılar. Bu modernist ya da post modernist, pozitivist, seküler ya da sözde küreselleşen dünya koşullarında tutsaklık, kölelik, fakirlik, yalnızlık, eşitsizlik, var olmamak terimleri kendi orijinal görüntü ve içeriklerini koruyarak heybetli bir mabet gibi karşımızda dikilip duruyor. Kendinden emin ve ukalaca, etrafına tehditler savurarak kendi krallığını yüce ve ebedi bir gerçekmiş gibi sırıtarak gösterebiliyor.

Hayatın kırmızı çizgileri ve kodlarıyla oynamanın ne kadar zor, gereksiz, anlamsız bir zihinsel çaba ya da eylem olabileceğini idrak edemedik. Bu tıpkı akşamüstü sevgilinizle sahilde dolaşırken kuma yazdığımız “seni seviyorum” yazısının kısa zamanda kıskanç dalgalar tarafında silinip süpürülmesine benzer. Daha o yazıların sevincini, mutluluğunu, heyecanını doya doya yaşamadan.    Aslında bu hepimiz içinde sürpriz oldu.

İnanıyorum ki bu eleştiri sonucunda hep bildik manzaralar karşımıza çıkacak; aynı filmi tekrar izlemek zorunda kalacağız. Bu da beni derinden sarsan bir fay hattının kırılmasına neden olacak. Her analitik sorgulama serüvenine girdiğimde okyanustan yükselen tusinami dalgası şiddetli bir dalgayla beni ıssız bir adaya fırlatacakmış gibi bir ürperti içine giriyorum. Ana depremi her ne kadar şiddetli yaşasam da depremin getirdiği artçı şoklar yaşamımın her alanını bir örümcek ağı gibi saracaktır. Hayatı anlamaya, bilmeye ve sorgulamaya çalıştığımda bir çekingenlik ve kırılganlık içindeyim. Her eleştiride yalnızlaşma ötekileşme ve farklılaşma duygularıyla baş başa kalıyorum. Etrafıma dost samimi gözlerle baktığımda kimseyi göremeyeceğim.

Bendeki bu psikolojik ruh halini İsmet özel “Mataramda Tuzlu Su” adlı şiirinin mısralarında ustaca dile getirmektedir. İsmet özel kendi haykırışını şöyle dile getirmektedir: hayatı anlama, bilme ve eleştiri getirme üzerine.

Uzun yola çıkmaya hüküm giydim

Beyazların yöresinde nasibim kalmadı

Yerlilerin topraklarına karşı suç işledim.

Zorbaların arasında tehlikeli bir nifak

Uyrukların içinde uygunsuz biriyim

 

 

Vahşetim beni baygın meyvelerin lezzetinden kopardı.

Kendime dünyada bir acı kök tadı seçtim

Yakın yerde soluklanacak gölge bana yok

Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.

Bu duygu okyanusunda kendimizi sürekli var etme, yaşamı anlama ve bilme merakıyla kendimizi sonsuz bir maceranın ortasında buluyoruz. Hiç bitmeyen bir tutku, çözülmeyen bir bulmaca, hapsolduğumuz bir girdap, kaçarken girdiğimiz çıkmaz bir sokak…

Bu yaşananların yanında gerçekte kendimizi ne kadar var ettik? Hayatı ne kadar derinden kavradık? Doğrusu bunda da hiç emin değilim. Kendinden emin olan insanlara da bir eleştiri getirmeden edemiyorum. Bir şekilde küçük bir çocuğun ‘kral çıplaktır’demesini bekler gibiyiz. İnanıyoruz ki duyular âleminde bazı şeylerin hesabı sorulmayacak; diyeti ödenmeyen suçlar olacak. Bazen mahşeri yalnızlıklarla semazen edeceğiz, bazen de çölde kaybolan bir bedevi gibi serapların peşinden koşacağız. Tarih arşivine baktığımızda savaşların ön cephesinde isimlerini bile bilmediğimiz nice savaşçılar oldu. Binlerce, belki de milyonlarca savaşçı, asi, isyancı en kanlı çarpışmalara girecekler; en büyük bedelleri ödeyecekler, yaşamlarını kimin için niçin verdiğini bilmeden hayattan göçüp ölümlü olma sıfatını alacaklar. Tüm bunlar yaşanırken tarihi gene krallar, padişahlar, soylular yazacaktır. Tarih onları anacaktır. Onların ismi dillerde, tarih sayfalarında yer bulacak. Askerler ise ancak tarihin satır aralarında sessiz sedasız uysal bir kedi gibi köşeye çekilicek.

Öyle görülüyor krallar da ya da kendini özne olarak gören insanlar da ne kadar özne oldukları ve hayat karşısında kendilerini var ettikleri tartışılır bir mevzudur. Onlarda bir gün coşkun bir akarsuyun üstünde yüzen küçük bir odun parçası olup denizin kıyı çizgisindeki sıfır noktasına boşalarak bir hiçliğe boğulacaktır… Kendi özlerini kaybederek, varlık nedenlerini yitirerek bütünün bir parçası olacaklar ama hiçbir zaman kendileri olamayacaklar. Onların da sesi kalabalıklar arasında kaybolup gidecektir; ama onlar seslerinin duyduklarını zannedecekler. O yanılgıyla yaşayacaklar ve o ihaneti hiçbir zaman göremeyecekler.

Kendi yaşam alanımız da bu çileli, sıkıntılı ve hüzünlü ortamdan kurtulmak mümkün mü? İnsan olmamız icabıyla içimizdeki merak duygusunu harekete geçirmemiz gerekmiyor mu? İnsanı, doğayı ve evreni kısaca var olan olmayan her şeyi irdelememiz gerekmiyor mu? Karl Jasper’in dediği gibi “Felsefe yolda olmak demek değil miydi?” Hiç bitmeyen bir yolculuk, bir macera, bir umut kapısı değil mi? Keşfedilmemiş yerleri görmek kazma, kürek ve sondaj vurulmamış bakir toprakları ele geçirmek. Evet, felsefi düşünmenin zihniyeti bu olmalı. Bu yaklaşım tarzını bize öğütlerken şu uyarıyı da yapmadan edemiyor. Hiçbir zaman elimizdekilerle yetinmeyip tembellik yapmayacağız. Sokrates’in dediği gibi: “ Bildiğim bir şey varsa oda bir şey bilmediğimdir.’’ önermesini hayatımızın merkezine yerleştirip  bu anlayışı genetik  kodlarımıza işlememiz zor olmayacaktır..M.Ö 469_470 yıllarında yaşadığı tahmin edilinen Sokrates: “Sorgulanmamış bir hayat yaşanmamıştır” diyerek  hepimizi   tembihleyerek   kulağımızı çekti

Aslında bu söylemlerin dışına çıkmayı bazen gerekli görüyorum. Amaç insanı, doğayı, evreni ve hayatı derinden kavrama yüceliğiyse neden yapmayalım. Neden alışılmışın dışında değişik kulvarlarda dolaşmayacağız. Bu önermeler zincirinde aklıma Platon’un ve Farabi’nin varlık anlayışı geliyor. Platon’un iddia ettiği gibi bizler gerçekten idealar dünyasının bir kopyası, bir yansıması, bir gölgesi olmanın ötesinde anlam ifade edebiliyor muyuz?  Duyular dünyasının ölümlü, sınırlı, kusurlu, eksik ve gelip geçici bir hayat olduğuna inanmamızın vakti geldi mi acaba?  Bu dünyada bize verilen tiyatro oyununu ustaca oynayıp ebedi âleme gitme yolculuğuna hazırlanmamız mı gerekiyor? Bir figüran olmaktan başka anlam ifade etmiyor muyuz? Doğrusu bu fikirlerde bazen kafamı kurcalamıyor değil. “Mutluluğu, güzelliği, ölümsüzlüğü, kusursuzluğu, idealar dünyasıyla bütünleşerek nirvayaya ulaşabilir miyim?” sorusunu çoğu zaman herkesten çekinerek sakladığım metafizik duygularımla kendime soruyorum.

Bu düşüncelerimi belirtirken şu yönde bir eleştiri geleceğini hisseder gibiyim. Hayat karşısında benzer ve farklı duruşlar sergiledik; ama nedense hiç birine de sahip çıkmadık, hiçbirini savunmadık, yanımıza alıp da yaşam gerçekliğimiz olarak görmedik. Peki, sizlere soruyorum felsefi bakış tarzı zaten bu değil miydi? Hayata meydan okuyuş, otoritelere ve kutsallıklara boyun eğmeden doğmaları eleştiri oklarından geçirmek değil miydi? İnsanı, doğayı, evreni, kısaca var olan ya da olmayan tüm varlıkları derinden kavrama ve bilme yüceliği taşımıyor muydu? Var olmak için düşündük, hayata meydan okuduk. Bunun sonucu Truva savaşında Aşil’in keskin kılıcı ve barbarlığı karşısında hayatımızı Hektar gibi onurlu bir şekilde kaybetsek de bundan vazgeçmeyeceğiz. İsa gibi çarmıha götürülsek de. Bu bizi hayata bağlayan ve yalnızlıktan kurtaran biricik yaşam pınarımızdır. Var olduğumuz halde yok olmamak için.

Amacım insanı, doğayı, toplumu, evreni; anlama ve bilme sürecinde farklı bakış açılarını geliştirip bunları ortaya çıkarmaktı. Tıpkı çalışkan bir arının gücü ve yeteneği ölçüsünde mümkün olduğunca çiçeklerden toz alması gibi. Bu çabamda bazen haddimi, bazen de entelektüel seviyemi aşan iddialı düşünceler de bulunmuş olabilirim.  Nedense bu fikirlerin birine ya da bir kısmına sahip çıkıp da yaşam realitemiz olarak görmedik. Neden mi? Karl jaspere göre: “Felsefe yolda olmak demekse” o zaman neden  Nietzsche(nice): “Bu dâhil, tüm genellemeler yanlıştır.” diyor?

RAMAZAN ASMA

Yorum yazabilirsiniz...